15.09.2017, 06:40

Yakmaya odaklı yaşam tarzımız – Nereye kadar?

Bu makalemde ilk yeryüzüne geldiğimiz günlerden beri bizi yaşamda tutan oksijenden ve yanma olayından ve yanma olayı ve sonuçlarından ve yanmanın başrol oyuncularından oksijenden bahsetmek istiyorum.  Çünkü oksijen, tıpkı su gibi, yaşayabilmemiz için en gerekli maddelerden biridir ve biz insanlar farkında olarak ya da olmayarak oksijeni sürekli tüketiyor ve genel olarak oksijenin kömür, petrol gibi fosil yakıtlarla yanması sonucu açığa çıkan karbondioksit gazına dönüşmesine ve bu haliyle karbona bağlanmış olarak atmosferde birikmesine sebep oluyoruz.

Çoğumuz artık sürdürülemez noktaya gelmiş bu durumun farkında bile değiliz. Örneğin, bir çiftçi tarlasına amonyum nitrat (AN) gübre atarken, aynı zamanda kaç kg karbondioksiti atmosfere ilave ettiğinin farkında mı? Aynı miktarda karbondioksit gazının atmosfere karışması için normal petrolle çalışan bir arabanın kaç km yol alabileceğini biliyor mu? Ya da tarlaya üre gübre attığında ürenin büyük bir kısmının karbondioksit gazına dönüşerek atmosfere karıştığını kaç çiftçimiz biliyor? Eğer bilseydi, tarlasına kimyasal gübre atarken bir değil on defa düşünürdü.  İşte bu makalenin deneme bonusu veren siteler amacı da oksijen ve karbondioksitten yola çıkarak yanma olayına yakından bakmak ve çeşitli insan etkinlikleri nedeniyle atmosfere karışan karbondioksit gazını rakamlarla, bir etkinliği diğeriyle karşılaştırma yaparak çarpıcı biçimde sunmak, insanlarımızı düşünmeye sevk etmektir.  

Şimdi oksijen de nereden çıktı diyeceksiniz. Amacım sizleri lise yıllarına götürüp oksijen kimyasını anlatmak değil, tabii ki. Ama oksijen şuradan çıktı:

Son yıllarda artan bir şekilde üst üste sürekli felaketler yaşıyoruz. Geçen gün Muğla’da hektarlarca ormanımız yanmıştı. Bugün yine Kütahya ve Bilecik’te önemli büyüklükte ormanımızın kül olmasına sebep olduk. Orman yangınları tabii ki doğal nedenlerle çıkabilir. Ama insan eliyle bilerek veya bilmeyerek çıkaranlar da olabilir. Her yanma olayı, tıpkı akciğerlerimizdeki gibi, oksijen ile başka bir maddenin tepkimeye girerek, oksitli yine başka bir madde oluşturması ve bu tepkime sırasında da ısının açığa çıkmasından ibarettir. Karbon ve hidrojen içeren maddeler yandıklarında ise, karbondioksit ve su buharı oluşmaktadır.

Yıllardır, aşırı şekilde oksijen tüketerek yanma olayı ile dolu yaşam biçimimiz nedeniyle çok yüksek miktarlarda karbondioksit gazının atmosfere karıştığından bahsetmiştik. Belki olayı biraz da tersten anlatmak daha faydalı olur diye düşünüyorum. Yanma olayında iki maddenin varlığı söz konusudur: Yanacak madde ve oksijen.  Sonuçta yanma sırasında oksijen azalırken, karbondioksit artar. Öyleyse her yanma olayı sonucunda atmosferimizdeki karbondioksit gazı artarken, bize yaşam veren oksijen gazı azalmaktadır. Oksijenin azalması, karada ağaçların, okyanuslarda ise yeşil alglerin fotosentez sonucu atmosfere verdikleri oksijen ile karşılanır.  Atmosferdeki havanın beşte birini oluşturan oksijenin yaklaşık yüzde 30’u karadan yüzde 70’i ise okyanuslardan temin edilir. Öyleyse, ormanlarımız ve okyanuslarımız, bu dünyada yaşamımızı devam ettirebilmemiz için çok önemlidir diyebiliriz. Atmosferdeki oksijen miktarı ne eksik ne fazla insanların yaşamlarını devam ettirebilmeleri için en ideal düzeydedir. Oksijenin azalması da çoğalması da insanların yaşamı için tehdittir. (Belki bu konuyu ayrı bir makalede ele alabiliriz.)

Önce biraz okyanuslardan bahsedelim. Okyanuslar, içerdikleri yeşil algler aracılığıyla sadece oksijen üretmekle kalmaz, ayrıca karbondioksit gazını da sularında çözerek depolarlar. Karbondioksit suda çözünebilen bir maddedir. Ancak, suyun sıcaklığı arttıkça içinde karbondioksit çözünürlüğü azalır. Ayrıca, karbondioksit suda çözününce pH değerini düşürür (asitlik derecesini artırır). Böylece hem suyun sıcaklığının artması hem de pH değerinin düşmesi nedeniyle suda daha fazla karbondioksit çözünmesi mümkün olmaz. Bu nedenle, küresel ısınma sonucu okyanuslardaki suların ısınması okyanuslar tarafından daha az miktarda karbondioksit depolanması ile sonuçlanacak bir durumdur. Yani, bizler açısından pek iyi bir durum değil çünkü daha az karbondioksit depolanması daha fazla atmosferde artış anlamına gelmekte ve atmosferde artış ise hava sıcaklığını dolayısıyla okyanus sıcaklığını daha da yükseltmektedir. Bu iki olay bir sarmala dönüşüp birbirini sürekli daha da kötüleştirerek içinden çıkılmaz bir duruma dönüşebilir.        

Şimdilik okyanusları bırakıp tekrar ormanlarımıza dönelim. Yıllarca emek verilerek oluşturulmuş ormanlarımızın herhangi bir yapılaşma projesi nedeniyle yok edilmesini anlamak kesinlikle mümkün değildir. Hele hele Orta Anadolu gibi çorak bir bölgemizde böyle bir orman yol inşaatı sebebiyle kesinlikle yok edilmemelidir.

“Efendim yerine iki misli ağaç dikeceğiz” demek yeterli değildir. O çorak topraklarda fidanların büyümesinin büyük zahmetlerle onlarca yıl aldığını hepimiz çok iyi biliyoruz ve orman sadece ağaç değildir.

Orman toprağındaki mikroorganizmaların çeşitliliğinden, ormanın alt, orta ve üst kanopilerinde yaşayan pek çok flora ve faunaya kadar pek çok canlıyı barındıran bir ekolojik sistemdir. Bunları da mı getirip dikeceksiniz? Türlü türlü böcekleri, yabani bitkileri ormana monte edemezsiniz! Bu flora ve fauna arasında ekolojik dengenin oluşması uzun yıllarda mümkün olmaktadır.  

Ağaç dikebilirsiniz ama o ağaçlardan florası ve faunasıyla bir orman yaratamazsınız. Toprağındaki humusu ve yararlı mikroorganizmaları taşıyarak artıramazsınız. Tüm unsurlarıyla birlikte ormanı ilmek ilmek işleyerek, kenarları oyalı ve bizleri yaşama bağlayan rengarenk iplerle örülmüş bir masa örtüsü gibi yaratan doğanın kendi iradesi ve kendi biyolojik çeşitliliğini artırma gücüdür. Bu çeşitliliği hepimiz el birliğiyle korumalıyız.  

Siz bu örtüyü dışardan getirip ağaçlara giydiremezsiniz ve bu örtü paha biçilemeyecek kadar değerlidir.

Gelelim oksijene; doğadaki denge o kadar ince ve güzel ki bir tarafta biz insanlar oksijene muhtacız, diğer tarafta ise, karada ağaçlar, okyanuslarda ise yeşil algler ihtiyacımız olan oksijeni üretmektedirler. Sadece bu bile ormanlarımıza, ağaçlarımıza gözümüz gibi bakmamız ve okyanuslarımızı kirletmememiz için yeterli bir sebeptir.  Ayrıca, biz yaşamımızı devam ettirecek oksijeni alırken dışarıya karbondioksit veriyoruz; ağaçlar ise, fotosentez ile bizim attığımız ve tüm diğer etkinliklerimiz sonucu ürettiğimiz karbondioksiti büyüyebilmek için güneş enerjisini de kullanarak karbonhidratlı organik bileşikler, bir başka deyişle, yeni organik madde (ilave hücre) üretiyorlar. İşte ağaçların büyümek için kullandıkları organik maddenin “karbonu” bizim ciğerlerimizden soluyarak verdiğimiz karbondioksit tarafından sağlanıyor. Organik maddenin su içeren “hidrat” kısmı ise topraktaki sudan temin ediliyor (tabii toprakta yeterince su varsa). Ağaç için gerekli mineraller de suyla birlikte ağacın kökleri tarafından emiliyor.

Biz insanlar ise, ağacın verdiği oksijeni alıp, en genel tabiriyle ciğerlerimizde kılcal damarlarda kanımızdaki kirliliği temizlemek için kullanıyoruz. Bu işlemin sonucunda kanımız temizlenirken ciğerlerimizden dışarıya karbondioksit veriyoruz. Birbiriyle tam uyumlu dört dörtlük bir sistem kurulmuş ve yüzbinlerce yıldır devam ediyor.  

Demek ki ağaçlar, okyanuslar ve insanlar, kısacası doğanın tümü bir bütündür. Birini diğerinden ayıramayız. Ayırırsak, insanlar için yaşam biter. Milyonlarca yıldır var olan ağaçlar ve okyanuslar bizler olmadan da varlığını sürdürebilir.  

Biz insanlar ilk defa çok büyük miktarlarda kömür kullanmaya başladığımız andan bu yana (kabaca sanayi devriminden bu yana) bu ince dengeyi kendi ellerimizle giderek artan biçimde bozduk. Hep daha fazla daha fazla istedik ve aldık. Sonuçlarını hiç düşünmedik. Tabiat ana nasıl olsa temizler zannettik. Bizler yer altından çıkarıp daha fazla kömür ve petrol yaktıkça, atmosfere daha fazla karbondioksit saldık. Öyle bir noktaya geldik ki, artık ağaçların ihtiyacı olandan ve okyanusların depolayabileceğinden çok daha fazla karbondioksit salıyorduk. Ağaçlar ve okyanuslar karbondioksit ile baş edemez olmuşlardı. Bunun sonucunda fazlalık karbondioksit, atmosferde giderek birikmeye başladı. (Atmosferde biriken karbondioksit gazının, sera gazlarına neden olduğunu, küresel sıcaklığı artırarak, küresel iklim değişikliği neden olduğunu “Kasırgaya bir çift lafım var” adlı yazımda anlatmıştım.)  

İşimizi kolaylaştıracak her türlü yenilik daha fazla kömür ve petrol kullanılmasını gerektiriyordu. Doğayı, attığımız her türlü kirlilikle baş edebilen büyük bir öğütme makinesi gibi gördük. Bütün kurduğumuz teknolojiler enerjiye dayalıydı ve bu enerjiyi toprağın altından çıkardığımız karbonlu maddeler ile sağlamayı huy edinmiş, ilerleme için gerekli bir meziyet sanmıştık.

Geçmişte, karasabanla toprağı işleyen ve hayvan gübresi kullanarak yeterince tarım ürünü elde edebilen çiftçi artık tatmin olmuyordu. Karnını doyurması artık yeterli değildi. Mevcut kurulu sistem piyasaya öyle albenili ürünler çıkarmıştı ki ya çiftçi ya da ailesi bu ürünlere sahip olabilmek için daha fazla üretmek zorundaydılar. Çünkü tüketim malları hem artıyor hem de çeşitleniyordu. Çiftçiler üzerindeki bu tüketim toplumu baskısı, hızla artan nüfusu besleme ihtiyacı ile birleşince, çiftçiyi ve firmaları üretimi artırıcı yeni yöntemleri kullanmaya itti. Makineler, kimyasal gübreler ve ilaçlar kullanılmaya başlandı. Bu teknoloji hızla ilerliyor, yeni yeni ürünleri, makineleri, gübre ve ilaçları piyasaya çıkartıyordu. Ama ne pahasına?

Yeni makineler (traktör, biçerdöver, vb.) hep petrolle çalışan araçlardı. Gübreler de kimyasal maddelerden yapılmaktaydı ve üretiminde çok büyük miktarlarda enerji harcanması gerekiyordu. Bu gübreler için gerekli enerji fosil yakıtlardan (genellikle doğal gaz) sağlanmaya başlandı. Bu durum hala aynı şekilde devam etmektedir.  

Teknoloji geliştikçe, insanlar çağ atladıklarını zannettiler. Halbuki, her yenilik fosil yakıtlara yeni bir bağımlılık demekti ve atmosfere biraz daha karbondioksit salıyorduk. Sadece buğday yetiştirmek için sadece amonyum nitrat gübre kullanımını düşünecek olursak (üreyi hiç hesaba bile katmadan!):

Amonyum nitratın 1 tonunun üretimi için 17,2 milyon BTU enerji gerekmektedir. Bu enerji 5040 KWh’e eşdeğerdir ve 100 W gücünde bir ampulü hiç söndürmeden 5 yıl 8 ay yakabilir.

Ayrıca, 1 ton amonyum nitrat (AN) üretildiğinde harcanan doğal gazdan ötürü atmosfere salınan karbondioksit 912 kg’dır ve petrol yakan 1,4 litre motorlu küçük bir arabanın 5368 km yol gittiğinde çıkardığı karbondioksite eşdeğerdir.

1 ton amonyum nitrat ise, sadece 20 dekarlık bir tarlada yetiştirilen yaklaşık 5 ton buğdayın yetişmesi (~250 kg buğday /dekar) için kullanılan kimyasal gübredir (~50 kg AN gübre / dekar, 3 defada atılır).  

Bir başka deyişle, tarlalarımızda yetiştirilen her bir ton buğday için kullandığımız AN gübreyi üretmek için atmosfere saldığımız karbondioksit, normal bir arabanın 1000 km gidince çıkardığı karbondioksit gazına eştir. Bu korkunç ve kabul edilemez bir durumdur!

Tabii ki buğday bitkisi büyürken atmosferden bir miktar karbondioksiti alıp kullanacaktır ancak bu miktar salınan karbondioksitin küçük bir miktarıdır. Tüm dünya için bir fikir vermek istersek, salınan toplam karbondioksitin yaklaşık yüzde 25’i dünyadaki bitkiler ve diğer yaklaşık yüzde 25’i de okyanuslar tarafından depolanmaktadır. Geri kalanı ise atmosferde birikmektedir. 

İşin ilginç tarafı, diğer taraftan da yeryüzündeki büyük ormanlarımızı azar azar keserek yeni tarım alanları açmaya başlamıştık. Başka bir deyişle, sanayileşme ile bir taraftan tüm tarihimiz boyunca hiç olmadığı kadar karbondioksit üretip atmosfere salarken, diğer taraftan ise, atmosferdeki karbondioksiti kullanacak ormanlarımızı hızla yok etme yolunda ilerliyorduk. Her iki olay nedeniyle, atmosferdeki karbondioksit miktarı bugün 400 ppm değerini geçmiştir. Bu durum ise kaçınılmaz olarak yeryüzünde iklim değişikliğine sebep oldu ve olmakta.    

Bir tek ağacın ürettiği oksijenin değerini parayla biçemezsiniz. Her şeyin bir fiyatı olduğunu iddia eden bu sistemde ağaca, ormana, ekosisteme ve oksijene fiyat biçemezsiniz.

Zira dünyamızın ulaştığı artık sürdürülemeyen bu noktada, her ağaç son ağaç, her orman son orman ve her oksijen ise, insanlığı kurtaracak son oksijen molekülü gibi düşünülmelidir.     

Bu durum sürdürülebilir bir durum değildir. Aklımızı başımıza toplamamız gerekiyor. Aklını fikrini daha fazla kâr ve sermayesini büyütme hırsı büyümüş büyük petrol ve enerji firmaları dünyada kullanabilecekleri son damla petrolü, son parça kömürü tüketmeden fosil yakıt kullanmayı bırakacak gibi görünmüyorlar.

İş yine biz insanlara düşüyor. Hem bireysel hem toplum düzeyinde hem de devletler ve şirketler düzeyinde farkındalık yaratmalı ve bu konuya her fırsatta dikkat çekerek kamuoyu baskısı oluşturmalıyız.

Kısa bir süre önce 12 ülke fosil yakıt kullanmayı belirli süreler sonunda tamamen bırakacaklarını açıkladılar. Bu umut verici bir gelişmedir ama yeterli değildir. İş işten geçmeden tüm ülkeler bu politikaya dahil olmalıdır. Yoksa gidebileceğimiz başka bir dünya yok!

Fosil yakıtları yakmaya odaklı yaşam tarzımızı değiştirme vaktimiz çoktan geldi, geçiyor.      

- - - - -

Yorumlar (0)