AKP eski MKYK üyesinden 'Başkanlık Sistemi'ne ağır eleştiriler!

AYM eski raportörü ve aynı zamanda AKPi eski MKYK üyesi ve Milletvekili de olan Prof. Dr. Osman Can, 'Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne ağır eleştirilerde bulundu. Can, yerel mahkemenin, Anayasa Mahkemesi'nin kararını dikkate almamasına da sert çıktı.

SİYASET 27.10.2020, 09:26 27.10.2020, 09:40
AKP eski MKYK üyesinden 'Başkanlık Sistemi'ne ağır eleştiriler!

AYM eski raportörü ve aynı zamanda AKP eski MKYK üyesi ve Milletvekili de olan Prof. Dr. Osman Can, AYM'nin Enis Berberoğlu davasından sonra tartışma konusu olması ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi hakkında konuştu.

Cumhurbaşkanlığı sisteminin 'sistem olmadığı'nı savunan Can, ''Bir kişinin iktidar ihtiyacına göre gerçekleştirilmiş anlık ve taktik bir siyasi tasarruf'' olduğunu belirtti.

 Sistemi ve geldiği son noktayı değerlendiren Can, ''Makamlar ve kurumlar, değeri parayla ölçülmeyen, zararları yıllarca telafi edilemeyecek değerlerdir ve yağmalanıyor. Liyakatin olmadığı yerde, kurumlar sadece sadakate göre işgal edilmişse, geleceğe güvenle bakamazsınız'' dedi.

AKP Sözcüsü Ömer Çelik'in sistemde 'arızalanma'dan söz etmesine de değinen Can, ''Sayın Sözcü getirilen “şey”in bir sistem olmadığını, tamamen bir kişinin iktidar ihtiyacına ve psikolojisine göre kesilip biçilmiş, usulen anayasa değişikliği yoluyla gerçekleştirilmiş anlık ve taktik bir siyasi tasarruf olduğunu bilebilecek durumdadır. Bu sistem kanaatimce kendi doğasına uygun sonuçlar doğuruyor'' ifadelerini kullandı.

İşte Osman Can'ın Polemik Haber'den İsmail Cömert'e verdiği söyleşi:

• AK Parti sözcüsü Ömer Çelik Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin daha birinci yılında “bazı yerlerinde tıkanmalar, kireçlenmeler söz konusu, bunlara bakacağız” demişti. Sistemin birinci yılında arıza sinyalleri vermeye başlamasını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sayın Çelik kendi ifadesine ne kadar inanıyor bilemiyorum. Ama müktesebatı itibariyle getirilen “şey”in bir sistem olmadığını, tamamen bir kişinin iktidar ihtiyacına ve psikolojisine göre kesilip biçilmiş, usulen anayasa değişikliği yoluyla gerçekleştirilmiş anlık ve taktik bir siyasi tasarruf olduğunu bilebilecek durumdadır. Mesele kireçlenme veya tıkanma değil. Bu sistem kanaatimce kendi doğasına uygun sonuçlar doğuruyor. Bunu dışarıya pazarlayan veya halen orada bir rasyonellik arayanlar ise bir sistem varmış gibi davranmayı tercih ediyor sanırım.

''KARARLAR SARAY İLE İLİŞKİLİ ALINIYOR''

• 2018 seçimleri sürecinde verdiğiniz bir röportajda, “Başkanlık sistemi Türkiye’nin mevcut sorunlarını derinleştirecek ve yeni daha başka sorunları da beraberinde getirecek” uyarısında bulunmuştunuz. Bunu somutlaştırdığınızda neler söylersiniz? Sistem karnesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İlkesel olarak başkanlık sisteminin sonuçları değil, getirilen ve adına da Cumhurbaşkanlığı Hükumet Sistemi dedikleri “şey”in sonuçları ile ilgili uyarılarda bulunmak istedim. Hali hazırda Türkiye’de ulusal güvenlik, dış ilişkiler, kamu düzeni ve güvenliği, adalet ve ekonomi gibi alanlarda rasyonel bir muhakemenin ürünü olan kararlara rastlayabilmek çok güç. Kararlar saray ile ilişkili olarak alınıyor, saraydan gelen sinyallere göre biçimleniyor. Saray kim, orada irade nasıl şekilleniyor belli değil. Tamamen bir kişi ve ailesinin güvenlik ihtiyacından kaynaklı ilişkiler, gereklilikler, ödünler ve çıkarlar ağına göre ülke yönetiliyor. O ağ içinde yer almayı kabul edenler paylaşım içinde yer alıyor. Bizim gibi insanların akılla resmedebilecekleri bir yapı değil.

''PARTİ LİDERİ YARGIYI KENDİ SADAKAT İHTİYACINA GÖRE ŞEKİLLENDİRİYOR''

• Kuvvetler ayrılığının hayati derecede önemli olmasının sebepleri ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi'nin, kuvvetler ayrılığı karnesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Erdoğan’ın kendi tabiriyle ‘bu sistemde patinaj yok’ söylemi neye işaret ediyor? 

Bu yapı kuvvetler ayrılığı mantığına göre oluşturulmamıştır. Bu nedenle yasama ve yürütme ile yargının birbirini dengelemesi, rasyonelleştirmesi ve bu şekilde hesap verilebilirliğin, şeffaflığın sağlanması ihtiyacı güdülmemiştir. Anayasada erkler ayrılığından lafzen geçmeye devam ediyor. Ancak Cumhurbaşkanı ile lideri bulunduğu partisi arasında kurulan ilişki, parti içi katı hiyerarşinin varlığı, diğer bir ifadeyle parti içi demokrasinin yokluğu, yasama çoğunluğunun tek başına yürütme yetkisini kullanan kişiden özerk davranmasını imkansızlaştırıyor. Cumhurbaşkanı parti lideri olduğu için, partideki tüm makamları kendisi belirlemekte, seçimlerde kimlerin nereden aday olacağını tayin etmektedir. Bu şekilde yasamanın özerkliğinin sağlanıp sağlanmadığı tartışmasını bir yana bırakın, yasama diye bir yapının varlığından dahi şüphe duyulabilir hale geldik. Anayasa Mahkemesi ve HSK seçimlerindeki usulü de bu gerçeklik üzerinden okuduğumuzda yürütme yetkisini tek başına kullanan parti liderinin yargıyı da kendi sadakat ihtiyacına göre şekillendirmesinin kapısı sonuna kadar aralanmış oluyor. Yine parti liderinin kendine bağlı olarak biçimlendirdiği yasama organı, varsayalım bir mucize gerçekleşti de bu çoğunluk özerk davranmaya karar verdi, parti liderini etkileyebilecek araçlara sahip değil. Bütçe hakkı bile elinden alınmış durumda. Yani şu anki yasamada, parti liderinin bir çoğunluğu kontrol ediyor olması, sadece işini kolaylaştırıyor, yoksa yaşamsal bir destek vermiyor. Yani parti liderinin esasen yasama çoğunluğuna bile ihtiyacı olmadığı söylenebilir. Bence Erdoğan “bu sistemde patinaj yok” derken en doğru tespiti yapmış. Sistem hangi amaçla kurulduysa, o amaç gerçekleşiyor ve uygun sonuçlar doğuyor.

''SİSTEM HALKIN ÇIKARINA KULLANILMALIDIR''

Sistem denilen ama benim “şey” olarak nitelendirdiğim bu yapıda olmayan, olması da beklenmeyen kuvvetler ayrılığı, iktidarın kişiselleşmesine engel oluşturmak suretiyle, aklileşmesi ve halkın çıkarına, özgürlük ihtiyacına ve toplumun adalet beklentilerine uygun bir şekilde kullanılabilmesinin, diğer bir ifadeyle, halka ait egemenlik emanetinin, emanetin ağırlığına riayet ederek kullanılabilmesinin ön şartıdır. Devletin halka ait olmasının ve halk tarafından yönetilebilmesinin imkanıdır. Hiç kimse güç elinde olduğunda bunu kötüye kullanmayacak yetkinliğe sahip değildir. Güç yozlaştırır çünkü, bu yüzden insanın içindeki ahlaki değerlerin aynı zamanda sınırlayıcı mekanizmalarla güçlendirilmesi gerekir ki, güç amaca uygun kullanılabilsin. Bu sağlanmadığında insanın içindeki kaygılar, korkular, ihtiraslar dürtüsel davranışlara yönlendirir ve bunun sonu felaket olur. Hali hazırda olduğu gibi.

• Yerel mahkemelerin AYM ve AİHM kararlarına uymadığı bir dönemden geçiyoruz. Yargının bu derece siyasallaşmasında hükumet sisteminin etkisi var mı?

Elbette var. HSK’nın özellikle 2017 referandumuyla yürütmenin etkisine açık bir şekilde yapılandırılmasından sonra yargının kurumsal olarak da siyasallaşma belirtileri gösterdiğini söyleyebiliriz. Daha öncesinde siyasetten kaynaklı destekler nedeniyle bireysel tutumlar görülebiliyordu, ancak 2017 sonrası itibariyle yargının, içinde her şeye rağmen hukuka uygun davrananlar çoğunlukta olsa bile, siyasete açık hale geldiği kuşkusu çok güçlendi.

''GÖREVE GETİRİLENLER LİYAKATE GÖRE YAPILMIYOR''

• Yargı bağımsızlığı yeni hükumet sistemiyle birlikte nasıl bir noktaya geldi?

Ben artık bağımsız yargı demekte zorlanıyorum. 13 HSK üyesinin 6’sını doğrudan Cumhurbaşkanı atamakta. 7’sini ise TBMM 3/5 ve kura ile belirlemekte. TBMM çoğunluğu da Cumhurbaşkanına bağlı veya onunla birlikte hareket eden bir ittifakla hareket etmekte. Getirilen sistem, bu kişilerin tamamının AKP-MHP ittifakıyla belirlemesini sağlıyor. Bunların da liyakate göre atama yapmalarını kimse beklemiyor. Dolayısıyla ülkeye hâkim ittifak yargıçların kaderini elinde bulunduran kurumun tamamını belirlemiş durumda. Yürütme de tek elde toplanınca yargıçların bağımsız davranabilmesi neredeyse istisna haline gelmektedir.

• Yeni sistemin yürürlüğe girmesiyle çok sayıda Cumhurbaşkanlığı kararnameleri çıktı ancak yeni çıkan kararnamelerin birkaç hafta, hatta birkaç gün sonra tekrar değiştirildiğini gördük. Bu durumun sebebi nedir? 

Eskiden kanun tasarıları bakanlıkların on yılları aşan, bazılarında yüz yılı aşan, tecrübesine ve arşiv bilgisine, dolayısıyla derin kültürüne sahip bürokrasisi hazırlar, eleştirilecek pek çok yönüyle birlikte, rasyonel bir süzgeçten geçirildikten sonra bakanlar kuruluna gelirdi. Yine her bir bakanın bakanlık bürokrasisinin kültürüne ve arşivine dayanarak siyaset yaptığını unutmayalım. Bu durum Bakanlar kurulunda bakanlık sayısına göre yirmiden fazla kurumsal tecrübenin denetiminden veya onayından geçmiş şekilde kanun tasarılarının oluşmasına imkân veriyordu. Bu her zaman böyle işlemese de kurumsal olarak etkili kılınabiliyordu. Pek çok sorun çıksa bile yasalar arasında bir çelişkisizlik ve uyum az çok sağlanabiliyordu. Şimdi teklif görüntüsü altında hazırlanan taslaklar saray tarafından ele alınmakta ve çoğunluk partisi milletvekillerine teslim edilmekte, onlar da milletvekili teklifi olarak meclis gündemine getirmekte. Saray ise ağırlıklı olarak politik ve kişisel sadakat, ödüllendirme, gönül alma motiflerine göre, çok azı da pragmatik saiklerle seçilmiş kişilerden oluşan danışmanlar tarafından hazırlanmakta. Arşiv bilgisi, tecrübe, kültür bağlantısı kopmuş durumda. Kararnameler ise bütünüyle saray koridorlarında, sözüm ona hantal bürokrasinin engelleri aşılmak suretiyle, hızlıca hazırlanmakta ve onaya sunulmaktadır. Bu da uyumu güçleştirmekte, öngörülebilirliği ortadan kaldırmaktadır. Bürokrasinin hantallığından ve demokrasiyi boğan gücünden şikâyet ederken, rasyonelleştirmek yerine, bütünüyle devre dışı bıraktılar. Bakanlıklardaki bürokraside politika üretimi imkânı bulunmamakta. Bakanlar ve bakanlıklar Saraydan gelen talimatları icra eden organlara dönüşmüş durumda. Dışişleri Bakanlığı, dış politika üretiminde katkı sağlayamıyor. Böyle bir sistemde kararların veya insanların hayatını ilgilendiren yasa çalışmalarının rasyonel bir süzgeçten geçirilerek, sonuçları hakkında ölçümler yapılarak hazırlanması ve etki analizlerinin yapılması mümkün değil. Hazırlanan kararnamelerin çıkar ilişkisi ağı içindekilerin çıkarlarına hizmet eden anlık ve taktik düzenlemeler olduğu kuşkusu çok güçlü. Elbette kararnameler hızla revize edilecek, revize edilenler de sonra revize edilecektir. Bahsettiğimiz gibi ortada bir sistem yok. Uyum gibi bir kaygıya da rastlayamıyoruz.

''SADAKATE GÖRE BİÇİMLENMİŞ KAMU DİĞERLERİNİN HAİN OLARAK KODLANMASINA YOL AÇAR''

• Cumhurbaşkanının bakanlar kurulundan Gelibolu Tarihi Alan Başkanı’nı atama yetkisine kadar binlerce kamu görevlisini atama yetkisine ne diyorsunuz? Bu durumun gündemde çokça yer bulan liyakat meselesinin çıkmasında payı var mıdır? 

Elbette, liyakat zaten arzulanmayan bir durumdu. Bugün sonuçlarını görüyoruz. Kamu makamları ve idari pozisyonlar adeta yağmalanıyor. Yağmalama sadece parasal değeri olan malvarlığı değerlerinin hakkı olmayan kişilerde zorla alınmasıanlamına gelmez. Makamlar, pozisyonlar, kurumlar, kültür, tecrübe, değeri parayla ölçülmeyen, zararları on yıllar içinde telafi edilemeyecek değerlerdir ve bunlar da yağmalanabiliyor, yağmalanıyor da. Liyakatin olmadığı yerde, kurumlar sadece sadakate göre işgal edilmişse, geleceğe güvenle bakamazsınız. Ülkeniz için artık ciddi bir şekilde kaygılanabilirsiniz. Zira sadece sadakate göre biçimlenmiş kamu yapısı, diğerlerinin hain, değersiz ve öteki olarak kodlanmasına yol açar. Bu da toplumun birliğini ve bir arada güven içinde yaşama iradesini ortadan kaldırır. Bunu görmemek için kör olmak gerek.

• Cumhurbaşkanlığı sisteminin koalisyon dönemlerini bitireceği söylenmişti.  Ancak yüzde 50+1 oy kuralı Türkiye siyasetine ittifak kavramını kattı. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Demokratik bir başkanlık sistemi belki bunu yapabilirdi. Demokratik başkanlık sisteminde erkler keskin bir şekilde birbirinden ayrılır; başkanın yasamayı kontrol etmesi mümkün değildir, yargı bağımsızdır, yerel yönetimler özerktir; başkan partili olabilir ama başkanın bir partiyi kontrol etmesi, hukuki ve fiili olarak mümkün değildir. Seçim sisteminde ise başkanın milletvekili adaylarını belirlemesi söz konusu olamaz. Böyle bir sistemde temsilde adalet olacağı için başka sonuçlar doğabilirdi. Ama şimdiki “şey”e sistem diyemiyorum. Bu yüzden başkanlık sistemi ile kıyaslanmasını çok gerekli görmüyorum. Hastalıklı bir durum bu ve değilmiş gibi değerlendirme yapmayı sorunlu görüyorum.

• Türkiye’de Referandum gerçekleşmeden önce Venedik raporunun tabiriyle bu sistem ülkedeki sistemi ‘kişisel rejime dönüştürebilir’ söylemini, sistemin yürürlüğe girmesinden 3 yıl sonra nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Venedik komisyonu kararının hazırlandığı ve oylandığı oturumda ben de vardım. Statü gereği oy kullanamadım ama raporun her satırının altına imza attığımı beyan ettim. Türk Hükümeti görüş sunmak için yetkili dahi göndermemişti. Çünkü hazırladıkları şeyin savunulabilir olmadığını pekâlâ biliyorlardı. Ankara koridorlarında hakkımda oluşan rahatsızlık dile getiriliyordu. Beklenenin aksine görev süremi uzatmayıp, adeta Komisyonu meydan okurcasına, Cumhurbaşkanlığı hükumet sistemi denen şeyi tasarlayan bir akademisyeni oraya üye yaptılar. Komisyonun tüm uyarıları gerçekleşti. Bu uyarıların gerçekleşeceğini ve Türkiye’yi bir uçurumun kenarına sürükleyeceğini dönemin başbakanına da tane tane anlattım. Ancak o yoldan dönemediler. Ben ise üzüntüyle ve hayal kırıklığıyla süreci izledim, izlemeye devam ediyorum.

''DARBE YAPANLARIN POLİTİK TERCİHLERİNE GÖRE YARINA YELKEN AÇAMAYIZ''

• Kamuoyu araştırmalarında toplumda parlamenter sisteme desteğin her geçen daha arttığı görülüyor. Türkiye parlamenter sisteme dönmeli mi, çözüm bu mudur?

Türkiye’nin daha önce deneyimlediği ve teknik olarak parlamenter hükumet sistemi denecek şey de iyi değildi. Nitekim onun sonuçlarını bugün yaşıyoruz. O yüzden parlamenter sisteme “dönmek” değil, “geçmek” diye bu desteği okumak daha mantıklı. 1960 darbesi sonrasında darbe yapanların politik ve ideolojik tercihlerine göre biçimlenmiş bir sistemle yarına yelken açamayız, çünkü girdaba bu şekilde sürüklendik. Temsilde adaleti sağlayan, erkler arasında sağlıklı bir denge oluşturan, ama tüm sistemi katılımcılığa ve çoğulculuğa dayandıran, parlamentoyu etkinleştiren ve denetim imkanlarını, sistemi kilitlemeyecek şekilde, çoğaltıp etkili hale getiren ve yerel yönetimleri özerkleştiren, merkezin yetkilerini sadece erkler ayrılığı vasıtasıyla değil, aynı zamanda yerel özerkliklerle de sınırlandıran ve dengeleyen bir sisteme ihtiyaç var.

• AYM’nin Enis Berberoğlu davası sonrasında tartışmaya açılması, kapatılmasının gündeme gelmesi, bir sistem krizidir diyebilir miyiz?

Bence ortada bir sistem olmadığı için sistem krizinden söz edemeyiz. Kişiselleşmiş ve rasyonelliğini kaybetmiş iktidar yapısı bakımından herhangi bir denetim, kendilerine yakın kişilerden kurulu bir mahkeme tarafından yapılıyor da olsa, bir korkuya yol açıyor ve denetimden kurtulmak için de kendilerine yakın kişilerden oluşan kurumların kaldırılmasını savunabiliyorlar. Hukuktan bu kadar çok rahatsızlık duyuyor olmak çok trajik. Bu durumu perdelemek için tarih, toplumsal hafıza vs. ne varsa çarpıtılarak bulamaç haline getirilebiliyor, şu an ki Anayasa Mahkemesinin bir darbe ürünü olduğu dahi iddia edilebiliyor.

• AYM kapatılabilir mi peki?

Hukuki olarak anayasa değişikliği yapılarak olabilir. Fiili olarak ne olur bu şartlarda söylemek mümkün değil.

Yorumlar (0)