banner773

CHP'Lİ ÖZDEMİR:“GEZİ, KAVALA, KAFTANCIOĞLU KARARLARIYLA MUHALEFET SİNDİRİLMEK İSTENİRKEN ÜLKEMİZ İTİBAR KAYBEDİYOR”

CHP İstanbul Milletvekili ve Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Üyesi Sibel Özdemir gündeme dair bir basın açıklaması yaptı.

GÜNDEM 16.05.2022, 18:01
CHP'Lİ ÖZDEMİR:“GEZİ, KAVALA, KAFTANCIOĞLU KARARLARIYLA MUHALEFET SİNDİRİLMEK İSTENİRKEN ÜLKEMİZ İTİBAR KAYBEDİYOR”

İşte Özdemir'in o basın açıklaması:

Geçtiğimiz hafta aday ülke olarak Türkiye’nin de kutladığı 9 Mayıs Avrupa Günü’nün ardından; Türkiye-Avrupa Birliği (AB) üyelik müzakerelerindeki ve ilişkilerdeki durum; 18 Mart Göç Mutabakatı ve Suriyeli sığınmacılar; ve son dönemde Gezi, Kavala ve Kaftancıoğlu ile ilgili verilen yargı kararları konusunda görüşlerimi paylaşacağım.

“RUSYA’NIN UKRAYNA’YA SAVAŞ AÇMASI AVRUPA’YI VE DÜNYAYI DÖNÜŞTÜRÜYOR”

Bu yılki Avrupa Günü gerek üye ülkelerde gerekse Türkiye’nin de aralarında olduğu aday ve potansiyel ülkelerde farklı gerekçelerle buruk şekilde kutlandı. Avrupa coğrafyasında yaşanan Ukrayna savaşı, etkileri itibariyle AB genişleme sürecinin Avrupa için jeostratejik bir tercih olduğunu ortaya koydu.

II.Dünya Savaşı sonrasında Avrupa coğrafyasında yaşanan ve barışı tehdit eden bu sınama karşısında AB, bugüne kadar birliğini ve dayanışma ruhunu korudu. Özellikle Transatlantik İttifakı güçlendirmeye dönük adımlar attı.

Ukrayna krizinin üzerinden geçen yaklaşık 3 aylık sürede, 3 ülkenin (Ukrayna, Moldova, Gürcistan) adaylığı çok ciddi ve acil bir şekilde AB'nin gündemine geldi. Finlandiya ve İsveç’in NATO üyelikleri konusunda yoğun bir süreç yaşanıyor. Ve bugün ülkemizin de içinde bulunduğu bir tartışma süreçleri yaşanıyor.

Ancak, siyasi iktidarın söz konusu bu ülkelerin NATO üyelikleri konusunda yaptığı çelişkili çıkışlar ve açıklamaların ülkemizin dış politikada bir kez daha güven ve itibar kaybetmesine neden olduğu tespitleri yapılmaktadır. Türkiye’nin ne AB ne NATO içinde ne de uluslararası alanda tartışmalı bir ülke konumuna gelmesini istemiyoruz.

Ukrayna savaşının AB-Türkiye ilişkilerinde ortaya çıkardığı durum ise AB'nin Türkiye ile daha fazla yakınlaşması ve barışçıl bir dünya için daha fazla birlikte hareket etmesi gerçekliğini ortaya koymuştur. Ancak Ukrayna krizi konusunda alınan tutum karşısında güven kazanmışken NATO üyelikleri konusunda bu güven maalesef yeniden sorgulanır hale gelmiştir.

“DEVLET VE HÜKÜMETLER AB BÜTÜNLEŞMESİNE HER ZAMAN SAHİP ÇIKMIŞTI”

Coğrafi olarak Avrupa’nın bir parçası olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümetler, tarihsel olarak AB bütünleşmesine her zaman sahip çıkmıştır. 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini hazırlayan 12 Avrupa ülkesinden biri olarak yönünü belirlemiştir. 1952 yılında NATO ittifakının üyesi olmuştur.

Bu kurumsal üyeliklerle birlikte, çok zorlu süreçlerin ardından 1999 Helsinki Zirvesi’nde resmen adaylık statüsünü elde edilmiş, katılım müzakerelerine bu çabalar sonrasında 2005 yılında resmen başlayarak önemli bir eşiği aştık. Ancak bu kazanım ve kritik eşiklerin aşılmasına rağmen Türkiye olarak bir 9 Mayıs’a daha Avrupa Günü’nün anlamını, değerlerini gerçekten kavramaktan, içselleştirmekten uzaklaşan bir yönetim anlayışla girdik.

“AKP DÖNEMİNDE AB SÜRECİ İÇ POLİTİKAYA DÖNÜK KAZANIMLAR İÇİN ARAÇSALLAŞTIRILDI”

Uzun bir süredir dış politikada ve AB ile ilişkilerde iktidarın kısa vadeli, öngörüsüz ve kişisel siyasi çıkarlara göre şekillendirilen bir süreçten geçiyoruz. Maalesef AKP iktidarı döneminde AB süreci iç politikaya dönük kendi iktidarını kurmak için araçsallaştırılmıştır. Oysa tarihsel olarak çok önemli birikim ve çabalarla 2000’li yılların başında Türkiye-AB ilişkilerinde ulaşılan süreç bugün Türkiye Cumhuriyeti Devletinin stratejik bir önceliği olmaktan çıkarılmıştır. 2010 Referandumuyla birlikte geriye gidişler de hızlandı. 15 Temmuz Darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL sürecinde Kopenhag Siyasi Kriterlerinde geriye gidişlere neden olacak uygulamalarla karşı karşıya kalındı. Bu süreçlerin ardından Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, 2017’de Türkiye’yi yeniden siyasi denetime aldı.

Geriye gidişleri hızlandıran en önemli süreç ise tüm uyarılarımıza rağmen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişle birlikte yaşanmaya başladı. Güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, düşünce ve ifade özgürlüklerinde taahhüt edilen yükümlülüklerden uzaklaşıldı. Venedik Komisyonun uyarıları hiçbir şekilde dikkate alınmadı. Bağımsız özerk kurumsal yapılarda, demokratik işleyen kurumsal yapılarda ciddi tahribatlar ve gerilemeler yaşandı. Bu geriye gidişler ekonomide yaşanan olumsuz süreci hızlandırdı. Yine bu sistemde TBMM’nin oy birliğiyle kabul ettiği ülkemiz adına uluslararası bir kazanım olan İstanbul Sözleşmesi bir kişinin keyfi kararıyla feshedildi.

Tüm bu olumsuz süreçlerin ardından, Ülke Raporlarında ve AB’nin son açıkladığı Stratejik Pusula belgesi başta olmak üzere açıklanan tüm AB belgelerinde Türkiye ile ilgili aday ülke statüsüne yer verilmiyor. Sıklıkla bir üçüncü ülke veya komşu ülke olarak atıf yapılmasına şahit oluyoruz. Türkiye ve 84 milyon yurttaşımız ve CHP olarak bizler bu muameleyi asla kabul etmiyoruz.

“AĞIR EKONOMİK VE TOPLUMSAL MALİYETLERE RAĞMEN KAZANIM ELDE EDEMEDİK”

Geçtiğimiz hafta ülke gündemini meşgul eden konulardan birisi de geçici koruma kapsamında olan Suriyelilerin ülkemizdeki durumları konusuydu. Bu sorunu daha sağlık değerlendirebilmek ve sağlıklı bir çözüm üretebilmek için Suriyeli sığınmacılar sorununun çözümüne dönük varılan mutabakatlara ve verilen sözlere, külfet paylaşımına değinmemiz gerekiyor.

Türkiye-AB arasında imzalanan ve altıncı yılını geride bıraktığımız 18 Mart Mutabakatı, AB açısından düzensiz göç akınına ve sığınmacı krizine çözüm olarak görüldü. Türkiye açısından ise ilişkilerin ve katılım müzakerelerinin canlandırılması, yeni fasılların açılması, vize serbestisi, Gümrük Birliği’nin güncellenmesinin hızlandırılması ve üst düzey toplantıların gerçekleştirilmesi olarak şekillendi. Böylece AB ile ilişkiler mülteci sorunu, vize serbestisi ve Gümrük Birliği gibi belirli alanlardaki kısa vadeli iş birliklerine indirgenen bir politika haline dönüştü.

Mutabakatının temel unsurları Ege’deki toplu ölümlerin önüne geçmek ve Avrupa’ya düzensiz göçü engellemekti. Bu anlamda Türkiye, düzensiz göç noktasında önemli sorumluluklar ve mali külfetler üstlendi. Jandarma Teşkilatımız başta olmak üzere ilgili kamu kurumlarımız çok önemli çalışmalar yapmıştır. Bu sayede Ege Denizi’nden Avrupa’ya düzensiz göç minimuma düşürüldü. Bu anlamda Türkiye üzerine düşen sorumluluğu fazlasıyla yerine getirdi. Fakat Mutabakat sağlanan 72 kriterden 6’sını tamamlayamadığı veya mutabakata varılamadığı için süreç neticelendirilemedi.

Türkiye olarak düzensiz göç ve Suriyeliler konusunda üzerimize düşen taahhütleri yapmamıza rağmen, üstlendiğimiz ağır ekonomik, sosyal ve toplumsal maliyetlere rağmen biz kananım elde edemedik. Vize serbestisi, yeni fasıllar ve Gümrük Birliğinin güncellenmesi başta olmak üzere hiçbir somut kazanım elde edemedik. Siyasi iktidarın tek amacı AB’den gelecek maddi kaynaklara odaklanmak oldu. Ancak burada da ülkemizin hakları savunulamamıştır. Taahhüt edilen toplam 6 milyar Avro’dan, bugüne kadar sadece 4.1 milyar Avro’nun ödemeleri tamamlanmıştır.

Hükümet, Suriyeliler konusunda varılan mutabakat konusunda açıkça başarısız olmuştur. AB’nin hiçbir sorumluluk yüklenmeden Mutabakatın yenilenmesini tartışmaya açması da bu iktidarın çok somut bir başarısızlığıdır. Bugün ülkemizde, yaklaşık 3,8 milyon geçici koruma altındaki Suriyeliler olmak üzere, 4 milyon 83 bin civarında sığınmacı/mülteci bulunmaktadır. Sınır güvenliğinin yeteri kadar korunmaması nedeniyle ülkemize düzensiz olarak giriş yapan sığınmacıların sayısı hızla artmaktadır. Düzensiz göç sürecinde Türkiye hem bir transit ülke hem de bir hedef ülke haline gelmiştir. Siyasi iktidarın uyguladığı öngörüsüz politikalar sonucunda bugün Türkiye, 2014 yılından bu yana dünyada en fazla mülteciyi barındıran, ekonomik ve toplumsal maliyetlerini çeken ülke konumuna gelmiştir. Oysa 18 Mart Mutabakatı kapsamında Suriyelilerden AB ülkelerine Gönüllü İnsani Kabul Programı çerçevesinde de yeniden yerleştirme yapılması gerekmekteydi.

Öte yandan 18 Mart Mutabakatı’nın 9. Maddesi çerçevesinde, Suriye içinde Türkiye ile AB’nin iş birliği yaparak Suriyelilerin geri dönüşünü sağlayacak koşulların oluşturulması konusunda AB’nin işbirliği yapması gerekmektedir. Ancak AB’nin somut adım atması konusunda Hükümetin bu konuda da bir tutumu veya başarısı olmamıştır.

İşte bu siyasi irade eksikliği nedeniyle Türkiye’nin haklı tezleri, hakları dahi AB ülkelerine ve kurumsal yapılarına karşı savunulamamaktadır. CHP olarak bizler, Suriyelilerin kendi ülkelerine gönüllü olarak dönmelerini sağlamak ve ülkelerindeki koşulların iyileştirilmesi için ulusal ve uluslararası alanlarda tüm çabaları ve politikaları ortaya koyacağız.

“GEZİ, KAVALA, KAFTANCIOĞLU KARARLARIYLA MUHALEFET SİNDİRİLMEK İSTENİRKEN ÜLKEMİZ İTİBAR KAYBEDİYOR”

Son olarak, AB üyelik sürecimizde temel kriterleri olan Kopenhag Siyasi Kriterleri bakımından; en ciddi tartışmalara neden olan ve ülkemizi kazanımlarında geriye götüren tartışmalara yol açan kararlara şahit olduk. Gezi ve Kavala Kararlarının ardından Yargıtay’ın verdiği Canan Kaftancıoğlu kararı bir kez daha AB’den ve muhataplarımızdan bu mesajların siyasi iktidar tarafından dikkate alınmadığını açıkça göstermiştir. Bu kararlar ciddi anlamda ülkemizi tartışmalı konuma getirdi.

Kavala’nın AİHM'nin ‘hak ihlali’ kararına rağmen müebbet ağırlaştırılmış hapis cezasına çaptırılması, Avrupa Konseyi'nin Türkiye'ye yaptırım uygulama olasılığını artırmıştır. Bu endişelerin somut bir yansıması olarak Avrupa Parlamentosu’nda “Osman Kavala'nın Durumu” başlıklı karar tasarısı büyük çoğunlukla kabul edildi. “Türk hükümeti, AB üyelik sürecini yeniden başlatmaya veya yeni müzakere başlıkları açmaya ve açılmış olanları kapatmaya dayalı her türlü umudu kasten yok etmiştir” denilerek siyasi iktidarın gerçekleştirmeyi taahhüt ettiği uygulamaları yerine getirmediğinin altı çizilmiştir. Ülkemizin Avrupa Parlamentosu’nda bu şekilde tartışılmasını kesinlikle kabul etmiyoruz. Kavala kararı sonrasında ise AKPM raportörlerinin bu hafta içinde temas ve incelemelerde bulunmak üzere ülkemize geleceklerine dikkat çekmek isterim.

Geçen hafta AP’de Dış İlişkiler Komitesi’nin (AFET) 2021 Yılı Türkiye Raporunu görüştüğü sıralarda İl Başkanımız Canan Kaftancıoğlu ile ilgili Yargıtay’ın verdiği karar daha ciddi tartışmalara neden olmuştur. Karar konusunda da açıklama yapan raportörler, “Kaftancıoğlu'nun yeri cezaevi değil siyaset sahnesidir” ifadelerini kullandı.

Bu anlamda, Avrupa Konseyi’nin siyasi denetimi altında olduğumuzun altını çizerek, yaşanan bu gelişmeler karşısında siyasi iktidarın Konseyin siyasi denetiminden çıkmak gibi bir niyetinin veya önceliğinin olmadığına şahit oluyoruz. Yaşanan bu gelişmeler nedeniyle de mevcut siyasi iktidar döneminde tam üyelik müzakerelerinin yeniden canlanmasının mümkün olmayacağı kanısı güçlenmektedir. Siyasi iktidar, muhalefet partileri ile olan iç siyasal hesaplaşmalarına AB sürecini heba etme politikasından vaz geçmelidir. İç politikada muhalefeti sindirmeye dönük bir kazanım elde etmek isterken dış politikada ve uluslararası alanda ülkemizin bir itibar kaybetmesine neden oldular. Siyasi iktidar, AB ve NATO’nun genişleme ve dönüşüm sürecinde kısa vadeli ve dönemsel, iç politikaya dönük söylemlerden kaçınması ve sözlerinin arkasında duran politikaları gündeme getirmelidir.

“CHP BİR KEZ DAHA TARİHİ SORUMLULUĞUNUN GEREĞİNİ YAPACAKTIR”

AB ile ilişkilerde ve üyelik müzakerelerinde yaşanan geriye gidişlerden ve kopuşlardan çıkışın ve ilişkileri yeniden canlandırmanın anahtarı vizyoner liderlerin ve yeni kadroların yönetime gelmesidir. AB’nin 2022 yılını ‘Gençlik Yılı’ ilan etmesi üzerine, bu yıl Türkiye’de etkinlikler ‘Umudumuz Hep Genç’ sloganı ile gerçekleştirildi. İşte ülkemizdeki değişim ve dönüşümün öncüsü de AB üyeliğine yüzde 80’le en büyük desteği veren gençlerimiz olacaktır. AB’ye tam üyelik sürecimizi sonuçlandıracak da gençlerin bu sürece olan inancıdır.

Gençlerin büyük çoğunluğunun, tüm muhalefet partilerinin AB üyeliğini desteklemesi bizler için umut vericidir. Cumhuriyet Halk Partisi, tarih boyunca olduğu gibi yurtta ve dünyada barışın savunucusu, komşuları ile iyi komşuluk ilişkilerine dayalı dış politika anlayışıyla, haktan, hukuktan, emekten, özgürlüklerden, demokrasiden yana atılımların adresi olmuştur. CHP bir kez daha bu tarihi sorumluluğunun gereğini yapacaktır.  

Yorumlar (0)