19.04.2019, 14:17

Ekonomik krizden çıkışın formülü “İnsan ve Toprak Merkezli Tarımsal Devrimdir”

Önemli bir ekonomik krizden geçmekte olduğumuz gerçeğini artık kimse yadsımıyor. Bu krizi nasıl atlatacağımız ise, krizden çıkışı nasıl planladığımıza ve bu çıkış yoluna uygun alacağımız önlemlere bağlı.

2008 yılında ABD, kendi ekonomisini canlandırmak için dünyadaki 800 milyar USD olan parasının hacmini daha fazla dolar basarak, 4 trilyon dolara, beş katına çıkarınca, dünyada dolar bollaştı ve dolar faizleri düştü. Bizim gibi ülkeler, bu bol ve düşük faizli dolardan yararlandılar ve ucuz kredi imkanlarına kavuştular. Bankalar şirketlerimize bol bol dolarla kredi verdiler. Halbuki ABD mortgage krizinden etkilenen ekonomisini yoluna koyuyordu. Bu durum çöl ortasında görülen bir serap gibiydi. Geliri dolar olmayan firmalar bile bu imkândan yararlanarak hiç üretime yönelmese bile dolar cinsinden borca girdiler. 

ABD ekonomisini yoluna koyduktan sonra piyasadaki fazla dolarları 2014’ten itibaren çekmeye başladı. Piyasada doların miktarı azalmaya başlayınca değeri de yükselmeye ve dolar faizleri artmaya başladı. ABD, ülkesindeki sıkıntıyı gidermişti. Ama bu defa da dünyada ucuz krediden faydalanarak dolarla borçlanmış ama döviz gideri sürekli döviz gelirinden fazla olan bizim gibi ülkelerde sıkıntı baş göstermişti çünkü alınan her borcun ödenmesi gerekiyordu ve dolar emisyonu azaldıkça TL karşısındaki değeri daha da artıyordu ya da TL dolara karşı değer kaybediyordu. Cari açığı fazla yüksek olmayan ülkeler bir şekilde bununla baş edebilirlerdi ancak Türkiye’nin dolar geliri elde ettiği ihracatı bile dolar ödeyerek ithalat yapmasına bağlı olduğu için ekonomik kriz yavaş yavaş bizi kıskacına aldı.

Şimdi bu krizden çıkmanın tek yolu var. O da dünya ile rekabet edecek ürünler üretmek ve bu ürünleri yurtdışına satarak döviz geliri sağlamak. Bundan başka bu sarmaldan kurtulmanın hiçbir yolu yok. Evet, tabii ki isterseniz, yeni ve daha yüksek faizli borçlar alarak bu krizi biraz daha ertelersiniz ancak her erteleme sonrasında rahatlama biter bitmez kriz daha da derinleşerek devam eder ve içinden çıkılmaz bir durum alır.

Ülkelerin borçlanmaları tabii ki normaldir ancak sürdürülebilir bir ekonomi için mutlaka üretim şarttır. Üretim ve ihracat olmadan hiçbir ülke ekonomisini rahatlatamaz. Anormal olan bir ülkenin gelirleriyle borçlarını veya borçlarının faizlerini ödeyememesidir.   

Şimdi Türkiye’nin önünde bu krizi atlatmak için önünde tek seçenek var: ÜRETMEK ve İHRAÇ ETMEK!

Bunu yapabilmek için de iki seçenek var: YA İMALAT SEKTÖRÜ ÜRÜNLERİ YA DA TARIMSAL ÜRETİM.

Birincisi, imalat sanayiine yatırım yaparak imalat sektörü ürünlerini artırarak teknolojik ürünler üreterek ihraç edip döviz sağlamaktır ki bu orta ve uzun vadeli bir yatırımdır. Büyük fabrikalar kurmayı gerektirir. Bugünkü ekonomik koşullarda, hiçbir firma kolay kolay böyle uzun vadeli bir yatırıma fon ayıramaz ve yüksek faizli borç yükü altına giremez. Öyleyse, bu yatırımı devletin yapması gerekiyor. Bu birinci seçenek, tıpkı Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi bir devlet eliyle kalkınma modeli gerektirir.  Bu seçenek orta ve uzun vadelidir ve ilk yatırım maliyetlerinin karşılanması da büyük finansman gerektirir.  

İkincisi ise, hem bize her zaman gerekli, son derece önemli tarımsal üretimdir. Tarımsal üretim kısa vadede getiri sağlar. Hiç vakit geçirmeden 1935’te İzmir’de toplanan İktisat kongresi benzeri bir  Ulusal Tarım Kongresi düzenlenmeli, çiftçiler, çiftçi birlikleri, ilgili görevliler sorunları ve çözüm önerilerini tartışmalıdır. Bu kongre sonucunda yayınlanacak ortak bildirgeyle şekillenecek ortak akıl doğrultusunda hareket edilmelidir.

Tarımsal üretimde son yıllarda çok yanlış politikalar izledik. Kendi kendimize yeterken, soğanı, pirinci, patatesi, fasulyeyi, mercimeği, vb. yurtdışından almaya başladık. Bu konuda amacım suçlu aramak değildir ancak kimse bu hatadaki sorumluluğunu başkalarının üzerine atmamalıdır. Halbuki yılın çok büyük bir bölümü güneş gören çok verimli topraklarımız var ama bunları türlü sebeplerle görmezden gelip ürünlerin ithalatına yöneldik, değerlendiremedik.  Yıllarca kimyasal tarıma mahkum ettik kendimizi çünkü kolayına kaçmayı seviyorduk.  Kimyasal gübre kolaydı; atıyorsun tarlaya dekara belli bir miktar azot, potasyum, fosfor; basıyorsun ilacı; alıyorsun ürünü bol bol. Ama ürünün kalitesine hiç bakmadık; bizi hasta edip etmediğini düşünmedik; topraktaki ekolojik dengeleri hep es geçtik; faydalı böcekleri, birbirlerine yardım eden bitkileri atladık; toprağın canı olduğunu ve bu canı toprağa veren organik maddeyi unuttuk!

Topraklarımızı kimyasallarla öyle yükledik ki toprak nefes alamaz oldu; acımadan hasta ettik; ölmesine göz yumduk güzelim verimli toprakların. 25 ilimizde sağlıklı patatesin artık yetişmez olması ve buralarda patates ekiminin yasaklanması izlenen bu yanlış tarım politikalarının doğrudan sonucu değil mi?

Böyle giderse, yarın diğer ürünlerin üretildiği topraklarda da benzeri hastalıklar baş gösterecek. Tarım yapılması yasaklı bir ülke haline geleceğiz. Neden anlamak istemiyoruz? Yasaklamak ve düzelsin diye kendi haline bırakmak çözüm değil; bu topraklarımıza faydalı organizmaları aşılamamız gerekiyor. Asıl sorun toprağı sünger gibi kullanmamızdan kaynaklanıyor.

Bu hastalıklar durup dururken çıkmıyor. Bizim yaptığımız yanlış uygulamalar sebebiyle çıkıyor. Öyleyse kaçınılmaz da değil. Doğayla uyumlu sürdürülebilir tarım yaptığınızda, toprağı baypas etmeden, topraktaki ekolojik dengeleri gözeterek ve doğadaki diğer yabani böcek ve bitkileri yararınıza kullanarak tarım yaptığınızda, pek çok hastalığın kendiliğinden yok olduğunu zaten göreceksiniz. Örneğin, fusaryum ve nematod (kurtçuk) sorunu.  Faydalı mikroorganizmaların olduğu ortamda bu zararlılar barınamazlar. Barınsalar bile bitkiye verdikleri zarar çok sınırlı kalır ve bitki büyümeye ve ürün vermeye devam eder. Bir diğer örnek, tarımda bitki ortamına (suyuna, gövdesine veya yaprağına fototropik bakterileri eklediğinizde, güneş ışınlarından yararlanma oranı (dolayısıyla fotosentez kapasitesi)  5 ile 6 katına kadar artar!

Konuyu daha fazla dağıtmadan ekonomik krize geri dönelim. Çok net söylüyorum. Bizi bu krizden kurtaracak olan kesinlikle tarımda yapılacak bir DEVRİM’dir. Evet yanlış duymadınız, “TARIMSAL DEVRİM”den söz ediyorum.  Tıpkı Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi bir seferberlik başlatmak zorundayız. Hem de hiç vakit geçirmeden. Bu devrimin ana ilkesi tarımın ve çiftçinin özgürleştirilmesi olmalıdır. Biraz açalım:

Tarımda çok büyük yatırımlar yapmaksızın veya yapsak bile yurtdışına bağımlı olmadan, mevcut tesislerimize ek olarak kuracağımız tarımsal paketleme, soğutma, işleme tesisleri gibi yüksek teknoloji gerektirmeyen tesisler yerli imkanlarla rahatlıkla kurulabilir. Tarımda yatırımın geri dönüşü imalat sanayiindeki gibi orta ve uzun vadeli değil, kısa vadelidir. Hemen sonuç almaya başlayabiliriz. Ama gerekli adımları doğru atmak zorundayız. Eğer Konya kadar toprağı olan Hollanda, yılda 100 milyar dolar tarımsal ürün ihracatı yapıyorsa, biz neden yapmayalım? 

Dün açıklanan yabancı sermayeye de açık olacak Tarımda “Milli” Birlik Projesi maalesef tarımda özgürleştirme değil, aksine tüm tarımsal faaliyetlerimizi kısıtlama, hapsetme; küçük çiftçinin elini kolunu bir Holding kurarak bağlama projesidir. Merkezine doğayı, ekolojiyi, toprağı, köylüyü, çiftçiyi koymayan hiçbir proje tarımda başarılı olamaz. Merkeze konulan şey bir Holding’tir. Yani devlet kendi asli görevi olan üreticiyi ve tüketiciyi doğru bilgilendirme işini bir Holdinge devretmektedir. Para merkezli düşünecek olan Holdingin, çiftçinin ekonomisini gözetmesi aşırı iyimserlik olur. Ayrıca, yurdumuz için çok büyük katma değer sağlayacak ama ciddi paralar gerektirecek tarımsal araştırmaları göz ardı edebilecektir.  

Neden bu merkeziyetçilik anlayışı? Merkeziyetçilikle, her şey kontrol altına alınınca her şey düzelecek mi zannediliyor yoksa? Bence tam tersi, tarımda özgürleştirme, kısıtlamaları kaldırma ve tavandaki imkanları tabana yayma, çiftçiyi ve tüketiciyi doğru bilgilendirme ve hem tüketicinin hem de üreticinin ekonomisini birlikte gözetme ilkesi benimsenmelidir. Holding doğal olarak kârını düşünecek ve ülke topraklarının iyileştirilmesi, köylünün ve çiftçinin bilinçlendirilmesi işlerini de arka plana itebilecektir.

Beş on hayvanı da olsa, elli veya yüz hayvanı da olsa çiftçi mutlaka kendi yemini de üretecek ve ülkenin tarımsal üretimine de katkı sağlayacak tarımsal üretimi yapabilmelidir. Bunu yapabilmesi için tarımsal maliyetler düşürülmelidir. Kimyasal gübre, pestisit kullanımı minimuma indirilmeli; kompost, solucan gübresi, faydalı mikroorganizmalardan oluşan gübreler kullanılarak gittikçe kimyasallardan uzaklaşan daha düşük maliyetli ve toprağın, ekolojik dengenin iyileştirilmesi odaklı tarım yapılmalıdır.  Hayvancılık ve tarım birlikte düşünülmelidir çünkü tarım olmadan hayvancılık, hayvancılık olmadan tarım olmaz! Tarımsal faaliyetlerin temeli olan bu ilişki göz ardı edilmemelidir.

Tarım ve hayvancılıkta bugünkü kimyasal anlayışın değiştirilmesi bir tek merkezi holding ile yapılacak iş değildir. Aksine, pek çok yerel kooperatifler kurulmalı. Bu kooperatifler devletçe de desteklenmelidir. Ziraat mühendislerimiz, bir dakika bile ofiste oturmamalı, sürekli sahada çiftçilerimizle birlikte olmalı; onlara ekolojik tarımın ilkelerini, kompost ve doğal gübre üretimini bitkileri, doğayı ve doğadaki azot, fosfor, karbon, kükürt çevrimlerinin mekanizmalarını öğretmeli, karşılaştıkları sorunları serada, tarlada çözmelidirler. Kooperatifler, sadece çiftçilerimizin kullanımı için ucuz biyodizel üretmelidir ve bu yakıt vergiden muaf olmalıdır. Anadolu’nun yerli doğal tohumlarına mutlaka geri dönülmelidir. 

Yukardan da görüleceği gibi, imalat sanayi orta ve uzun vadede, ekolojik tarım ise kısa vadede gelirlerimizi artırmamızı sağlayacaktır. Ekolojik tarım ürünlerine dünyada talep yüksektir. Yeter ki biz üretelim. Tepeden inme çözümlerle merkezine ekolojiyi, toprağı ve insanı koymayan hiçbir proje maalesef bizi doğru sonuçlara götürmeyecektir. Her şeyden önemlisi, bugüne kadar olan “gelsin batı anahtar teslim fabrika, tesis kursun, tarım yapsın, üretsin” anlayışını tamamen değiştirerek, kendi köylümüze, çiftçimize, mühendisimize, girişimcimize güvenmek, onları akademisyenlerimizle birlikte bir kongrede toplayıp değerli görüşlerini dinlemek ve buna uygun bir yol haritası çizmek zorundayız. Bunun adı da TARIMSAL DEVRİM’dir. Bunu gerçekleştirecek olan ise Atatürk’ün deyişiyle “yurdun efendisi köylüdür,” çiftçidir!        

      

    

Yorumlar (0)