30.04.2018, 19:09

DÜŞEN YAPRAK

Yaprak sıkılmıştı ağaçtan, bahaneydi sonbahar. ’ diyordu Necip Üstad bir şiirinde. Ben de ‘Bu sadece şiirde olur ya da masallarda... demeyin.’ diyerek başlayacaktım yazıma fakat, 

‘Kendini ulaşılmaz dağlarda kar sananlar, bir gün mutlaka çamurlu su olarak ayaklar altına sızarlar.’ Sözü rüzgârlı bir sonbahar gününde çıktı karşıma, istikbaldeki muhtemel kışı hatırlayarak ve nefsime hitap ederek aldım yazımın başına.

Yine hüzün kapladı içimi. Rikkatime dokunmuştu o hal...

Bir tarafta, dalda durmaya çalışan sarımtırak yapraklar, diğer tarafta ağacının dibine düşmüş sarı yapraklar.

O, hani yukarıda duran sarı yaprak var ya, işte o, onun duruşu dikkatimi çekmişti. Daha birkaç gün önce, çok alımlı çalımlıydı. Devran bizim diyen bir duruşu vardı. Hayret... Hayret... zira sararmış solmuştu.

Düşecekti sarı yaprak, mukadderat deyip salına salına, ama yerini terk edenin çürüyüp pörsüyüp toprağa karışacağını, unutulacağını bilmeden, düşünmeden...

Belki düşündü. Ben de terk edersem yerimi, üşüyecek ağaç…

Ağaç üşür mü..?

Terk ederse güvende olur muydu..?

Emin değildi yer, bu konuda sağlam bir duruş için. Her an ezilip büzülebilirdi.

Altın idi, yere düşmekle değerini kaybetmeyen... Ya kendisi...

Şunlar geldi aklına.

Zümrüt yeşil iken terk etmemişti, durumu da iyiydi, manzara ise harika. Bırakmamıştı. Bir dost, bir ana bildiği ağacı. Çok da sevmişti kuş cıvıltıları arasında dibine oturan gönül erlerini... Onların duruşlarını... Hareketlerini... Hikâyelerini.

Ama nasıl olmuştu da sararmıştı, solmuştu? Nerede daha dün yeşilliğine canlılığına laf bile söyletmeyen o güzel hali? Neden sarsıla sarsıla sallanıyordu? Rengi neden ümitsizdi?

Yanındaki kardeşine, komşusuna baktı, onların duruşu ve görüntüsü de kendi gibiydi.

Aşağıya baktı, her tarafta sarı yaprak seli... Rüzgâr onları oradan oraya oradan oraya savuruyor, taştan taşa vuruyor.

El ile gelen düğün bayram mı idi acaba?....

........

İşte şimdi imrendi az ötede yemyeşil duran sedir ve çam ağaçlarına.

Dün, ‘Onlar da yaprak mı, anlı şanlı çınar yaprağının yanında? Ben ki;............’ derdi, mütekebbirâne.

Ya şimdi....

Zira onların duruşu asil ve dimdik ve hatta capcanlı ve yemyeşil.

.........

Soğuyunca az hava, ne yapacağını şaşırmış, berrak olan bakışında bulanma, duruşunda sendeleme olmuştu, beslenmesi de fıtratından kaynaklı ve hatta çevresel etkilerden dolayı zayıflamıştı. Titriyordu yüreğiyle birlikte ayakları.

Çektiği, dengesiz ve yetersiz beslenmeden, sağlam tutunamamadandı.

Zaten işin tabiatında vardı bu, yeterli ve dengeli beslenmeyen halden ve amelden düşerdi.

Titreyen kalbi, tutunamayan elleri, çınardan olan menfaatinin bittiğini gösteriyordu.

Yerini, yurdunu terk edecekti; dostluğu... kardeşliği... vefayı... hem de bile bile terk edecekti. Zayıflamıştı, zayıftı.

Yaşatmayı değil, korkudan sararmış olan yüzüyle, kendi nefsini düşünmüş yaşamayı tercih etmişti ama o da olmayacaktı... Son anlarıydı...

Sararmasından belliydi kişiliği. Bırakacaktı, düşecekti ayakaltına; durduğu, duruşunun değerli olduğu ulu kaleden.

İmreniyordu, yeşil sedire, kızılçama... İçin için…

Hatta, sararsa da, kurusa da, yerini terk etmeyen üst daldaki yaprağa ...

Ama... Yüreği yetmiyordu... Sinesi çekmiyordu... Tedirgindi...

Korkaktı ve sararması belki de ondandı.

Ulu çınar beni bırakmaz, çünkü bana ihtiyacı var, benimle olursa o, olur; değilse olmaz, onu ulu çınar eden benim, bana muhtaç o... diye de içinden geçirdi. Ümitsiz ve cılız bir düşünce kırıntısıyla.

Ama...

Ama ağaçlar, çınarlar alışıktı her sene kendini terk eden yapraklara. Onların gitmesi üzerdi fakat bahara hazırlık yapacaktı... Büyümekti bu durum onlar için...

Oyalanma zamanı değildi vakit. Yapılacak işler vardı...

Kurusa da, sağlam ve onurlu bir duruşla yerini terk etmeyenlerle...

Baharda daha canlı, daha gür olacaktı dalları.

Yeni yepyeni, canlı capcanlı yapraklarla bezeyecekti kudret onu.

O, sadece Rabbine güveniyordu. Onun, kendine takacağı ziynetlere bakıyor, güzelliği, desteği, hayrı, ondan bekliyordu.

Verdikleri için Rabbine şükrediyordu...

Hafif hafif esen rüzgar sallıyordu titreyen sarı yaprağı....

Ulu çınar ise, Ya Hakîm... Ya Hakîm... Ya Hakîm... Diyor, esen rüzgâra ve terk edenlere, düşenlere aldırmadan hem dehikmetini Rabbinden bekleyerek...

Yapraklar gitti ama, terk etmeyen dalları ve hele hele Rabbi vardı çınarın. Allah var gam yok. Öyle demişti bir gün ulu çınar, kendine güvenen kibirli yaprağa.

Sağlam duruşu olmayan sararmış yaprak bunları düşünürken, hafif bir rüzgâr,  çınarla bağını kopartıverdi, onca zaman durduğu, duruşuyla güzel işler yaptığı yerden.

Ve daha bu düşüncelerini bile tamamlayamadan, gürültüyle geçen kamyon ezmişti altın sarısı, sarı yaprağı. Paramparça olmuştu, şekli, duruşu, nezaketi, nezafeti...

O haliyle, acı içinde, vicdan muhasebesi yaparak düşünüyordu...

Neden gelmiyordu gönül erleri, gölgesi altına...

Anladı ki...

Düşmüştü artık yere. Yerinde olmayan kendisiydi.

Gönül erleri yine çınarın altındaydılar.

Altındaydılar, yerini terk etmeyen çınar yapraklarının... dallarının...

İçiyorlardı çaylarını, yerini, onurlu duruşunu terk etmeyen gönül erleriyle...

Evet, mevsim sonbahardı fakat baharın, ilkbaharın da müjdesi vardı sarı sayfalarının arasında.

Baharın…

İlkbaharın…

Yorumlar (0)